18 Şubat 2009 Çarşamba

Japon Sinemasının Büyük Ustası: Akira Kurosawa


“İyi bir yönetmen, iyi bir senaryo ile başyapıtlar üretebilir; aynı senaryo ile vasat bir yönetmen, ancak sıradan bir film yapabilir. Fakat kötü bir senaryo ile çok iyi bir yönetmen bile iyi bir film yapamaz. Bir sinema özdeyişine göre, yangını ve suyu birlikte geçmelidirler. Gerçek bir film ancak böyle yapılabilir ve güç büyük ölçüde senaryodadır.”

Japon sinema sanatının en büyük ustalarından biri olan Akira Kurosawa, yaşadığı dönem itibariyle 2 büyük dünya savaşına tanıklık etmiştir. Tam da toplumsal bir değişim ve dönüşümün ortasında çocukluk ve ilk gençlik yıllarını yaşayan ve bu değişime tanıklık eden usta, Japon toplumu üzerindeki batı etkisiyle yaşanan kültür erozyonu ve kimlik bunalımının etkilerini gözlemlemiştir. Tüm bu yozlaşmalar içinde insanı insan yapan değerlerin zaman, mekân, şartlar ve kişiler değişse bile aynı kalacağını ve değişmeyeceğini en sade haliyle beyazperdeye taşımayı başarmıştır. O dönem Japon toplumunun içinde bulunduğu yenilmişlik hissi, atom bombası felaketiyle birleşince batı kapitalizmine karşı bayrak açmış ve yapımcısı ve yönetmeni olduğu filmlerde kendi tarihlerini ve değerlerini başarıyla yansıtmıştır.

1910 yılında 7 çocuklu bir ailenin en küçük bireyi olarak dünyaya gelmiştir. Çocukluk döneminde en etkilendiği kişi, bir Japon sessiz sinema anlatıcısı (benşi) olan ağabeyi idi. Bu sayede pek çok klasik oyunu izlemiştir ve bir süre resimle uğraşmıştır. Ağabeyinin intiharıyla sarsılan Kurosawa, sinema dünyasına yardımcı yönetmen olarak adım atmıştır. İlk filmi Sanjuro (Büyük judo efsanesi) filmini 1943 yılında yönetmiştir. Bu filmden sonra 1950 yılına kadar birer yıl arayla çektiği 6 filmle Japonya’nın en önemli yönetmenleri arasına girmeyi başarmıştır.
Usta’nın dünyaca tanınması ise, Venedik film festivalinde en iyi film ödülünü alan 1950 yapımı Rashomon isimli filmdir. Bir haydutun ormanda bir samurayı öldürüp, karısına tecavüz etmesi ve olayın mahkemede haydut, bir ruh çağırma seansıyla ruhu çağrılan samuray, tecavüze uğrayan kadın ve tüm bunları izleyen bir oduncu tarafından farklı farklı anlatılması, gerçeğin görece bir kavram olması üzerine getirdiği anlatım ve yorum etkileyici bir yorum olarak dikkat çekmişti. Bu filmde kullanılan yeni çekim ve anlatım teknikleri de Kurosawa’ya uluslararası düzeyde bir başarı getirdi.

Sonrasında edebiyat uyarlamaları üzerine yoğunlaşan usta, Dostoyevski’nin 3 ve Shakespeare’in 3, Gorki’nin 4 eserinden ilhamla eserlerde ana fikri oluşturan konuları kendi tarihi dokusuna ve Japon insanına adapte ederek pek çok yönetmene esin kaynağı olmuştur. Örneğin Yedi Samuray; Yedi Silahşöre, Saklı Kale; Yıldız Savaşlarına, Koruyucu ise Bir avuç dolar için filmlerine kaynaklık etmiştir. Filmlerinde konu olarak daha çok Japon tarihinin önemli bir figürü olan samurayları öne çıkararak içinde bulundukları hassas ortamda kültürel yozlaşmanın etkilerini azaltmaya çalışmıştır. İlk filmlerinde Japon hükümetinin kontrolünde çektiği filmlerde milliyetçi temalara rastlanıyordu. 2. Dünya savaşı sonrası ise aşırı baskılar ve sansür sebebiyle bir süre filmlerinin gösterimi yasaklanmıştır. Filmlerinde derin psikolojik tasvirler vardır.

Bizim ülkemizde de son zamanlarda Zeki Demirkubuz’u gerek edebiyat uyarlamalarından esinlenerek çektiği filmlerdeki sade ve akıcı anlatım, güçlü senaryo dili, derin psikolojik tasvirler sebebiyle Akira Kurosawa’ya benzetiyorum.

Sinema Üzerine Düşünceler/ Akira Kurosawa

(...) Sinemayı seviyorum, iyi filmler yapıyorum, bu da bana yetiyor. Şüphesiz yaratıcının törel sorumluluğu sorununu da göz önünde bulunduruyorum, ama pek aydınlık, pek bilinçli bir tarzda belirtmeksizin. Bu sorumluluk duygusu bende bir Japon olarak ve bir insan olarak doğuyor. Bu duygu, farkında olmaksızın, ben bilincine ermeden filmime giriveriyor. ( ... ) Bende bilinçli ve isteyerek meydana gelmiş bir bağımlılık yok. Bağımlılık bende hiç bir vakit bir karar sonucu değil. Siyaset benim için çok önemli, ama bir insan olarak, bir yurttaş olarak; yoksa sinemacı olarak değil.

Bana kalırsa, yapıtlarımda iki eğilim var. Bir gerçekçi eğilim (Norainu-Kuduz Köpek, Ikiru-Yaşamak), bir de sanatçı eğilim (Shichinin no samourai-Yedi Samuray, Kumonosu jo-Örümcek Şatosu). Yapıtımda bu iki eğilim var. Ama ikisi de ben farkından olmaksızın, kendiliğinden doğuyor. Ben kendimi gerçekçi saymıyorum. Gerçekçi olmaya çalışıyorum ya, değilim. Bir türlü gerçekçi olamıyorum, duygucuyum çünkü. Plastik sanatlara, güzelliğe çok derinden bağlı olduğumu hissediyorum. Gerçeğe soğuk bir bakışla bakamam. Bundan dolayı gerçekçi değilim zaten. Öyle sanıyorum ki, filmlerimde bazan kıyıcı sahneler bulunuyorsa, bu gerçekçilikten değil de zayıflığımdan ileri geliyor. Gerçekte yufka yürekliyim ben.
Savaş sırasında söz özgürlüğü yoktu. Savaştan sonra Japonya üzerine söylenecek öylesine şeyim vardı, öylesine "dolu"ydum ki! O vakit benim için tek anlatım aracı gerçekçilikti.

(...) (Sinemaya) film çevirmediğim vakit çok sık giderim. Sinemaya kapanır, hemen hemen her oynayan filmi seyrederim. (...) Bana en çok şey veren yönetmenler mi? Bergman, Visconti, Antonioni, Fellini, Wajda, John Ford, Richardson... ve Fransız Yeni Dalga’sı... Japonlara gelince, Ozu ile Mizoguchi’nin ölümünden beri artık kimseyi seyretmiyorum. Genç Japon sineması yabancı sinemalardan, Fransız ve İtalyan sinemasından pek etkileniyor. Bu var olan bir tehlike. Büyük bir tehlike hatta. Size eğlenceli bir örnek vereceğim. Japonya’daki aşk ilişkileri, Fransa ya da İtalya’dakilerin aynı olmaktan çok uzaktır. Oysa genç sinemacılar batı filmlerinde gördüklerini aşağılık bir şekilde kopya ediyorlar. Seyirciler de bu filmlere gerçek yaşamlarında öykünüyorlar. Oldukça gülünç bu. Teshigahara gibi bir adam bile bu yönsemeye karşı koyamadı. Ben işe başlarken çok sağlam bir Japon kültürü (sanat, edebiyat, tiyatro, özellikle nô) temeline sahiptim. Yabancı sinemadan bu Japon temeli üzerine etkilenmiştim. Bu da bana yabancı etkisini, Japon geleneklerini hiç unutmaksızm, değerlendirmemi, bana en iyi gelenini, en uygun düşenini soğurmamı sağladı. Bugünün genç yönetmenleri, doğrudan doğruya Japon olan bu kültür temelinden tamamıyle yoksundurlar. Oysa, bana göre, kişisel bir yapıt meydana getirmekte en önemli şey budur. Kendinde bu kültür temelini taşımak. Kök salmış olmak.

(...) (Filmlerde senaryodan kurguya kadar) Her şeyi kendim yaparım. Ama bana en önemli görünen, senaryonun hazırlanmasıdır. Senaryo, filmin yapısı, iskeletidir. Yapı çok sağlamsa, rahatça görüntü eklenebilir. Hiç bir vakit dağınıklığa, gevşekliğe yol açmaz bu. Ya da, daha doğrusu, iyi bir senaryo olduğu vakit, şişirme olanaksızdır. Yönetmenin bir sürü işe yaramaz görüntü kattığı olur, ama bunun nedeni, yapının daha başlangıçta sağlam olmamasıdır. Kurguya gelince, en önemlisi kesmektir; en önem verdiğiniz, sizden en çok çaba isteyen sahneleri bile kesmektir. Sahneye iyi değilse, yani bütünle uyuşmuyorsa, hiç acımadan kesmek gerekir. (...) Ham maddeleri çeviriyorum ben, bunları sonradan birleştirmem gerekir. Kurgu malzemesi çeviriyorum. Demek ki, kurgu ile çevirim birbirinden çok değişik iki şey. Bir senaryo yazmaya başladığımda, filmin yapısını düşünmem. Japonya’da genellikle, sahneleri bölüm bölüm hazırlarlar: Önce birini, sonra öbürünü çevirirler. Bense birinci sahneyi yazarım, sonra kendimi düşgücüme bırakıveririm. Sahne büyür, değişir, dönemeç alır...
Bana göre, bir film her şeyden önce görüntülerin ve sesin bireşimidir. En uyarıcı, gerçekten ürperdiğim an, sesi eklediğim andır. Şüphesiz sesi seçmeden önce, sahnenin şu ya da bu sesle meydana getireceği etkiyi tartarım, tasarlarım. Ama sesin bütün tahminlerimi aştığı, bir sahnenin etkisini iki katma çıkardığı da olur. Evet, o anda, ürperirim... Beni özellikle ilgilendiren müzik değildir; somut, gerçek seslerdir. Örneğin, çok hüzünlü bir sahneye neşeli bir şarkı eklenirse, hüzün olağanüstü bir güç kazanacaktır, ama gerçekte ben hayatın en yaygın seslerine büyük bir önem veririm. Evet, ses konusunda çok titizim.

Çeviren: Nijat ÖZÖN
Türk Dili Sinema Özel sayısı Ocak 1968 Sayı:196 s.435-437
(Cinema 66, sayı: 103, şubat 1966)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder