7 Mart 2009 Cumartesi

Ostrov / İnancın sorgulandığı "Ada"


2006 yılında Rus yönetmen “Pavel Lungin” tarafından çekilmiş, Sundance Film Festivalinde “Büyük Jüri Ödülü” ve Rus sinemasının ana milli ödüllerinin dağıtıldığı “Nika Film Festivali”nde en iyi film de dahil tüm ödülleri silip süpürmüş bir filmle karşı karşıyayız. Aslında 26. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde de gösterime girmiş ama nedense fazla dikkat çekmemiş. Sinema tekniği açısından bizim “Nuri Bilge Ceylan” filmlerine benzeyen bir dram filmi. Nuri Bilge Ceylan filmlerini bilirsiniz. Her bir sahne fotoğraf karesini andıran bir görüntü yönetmenliği, sizi adeta yakından tanıdığınız birinin hikayesini anlatan bir hikaye akışı ve sahnenin içinden fırlayan bir gerçeklik duygusuyla kuşatılmışlık hissi ve oyuncuların abartıdan uzak doğal halleri. Filmin daha en başında bu tablo içinde sanki bir Rus romanı okuyormuş hissine kapıldım.

İkinci Dünya Savaşı sırasında esir düştüğü Almanlar tarafından kendi komutanını öldürmeye zorlanan ve bu vicdan azabı içerisinde sığındığı manastırda kendisini Tanrıya affettirmeye çalışan bir keşişin hikayesi anlatılıyor. Aradan geçen yıllar ruhunda açılan yarayı tedavi etmek bir yana günbegün daha da derinleştirmektedir. Sürekli yaptığı günahları bağışlaması için Tanrıya yalvarmaktadır ve bu ruh hali içinde etrafındaki diğer rahiplerle irtibatını kesmiş ve kendince bir azizlik (bizdeki dervişlik) yolu tutturmuştur. Günahlarından duyduğu pişmanlık ve Tanrıya samimi yönelişi de kendisinin farkında olmadığı bir mertebeye taşımıştır. Onun bu hali diğer papazların ve insanlarında dikkatini çekmiş, ünü dertlerine derman arayan insanlar arasında hızla yayılmıştır.

Kendisine gelen insanlara kendi yöntemleriyle yardımcı olurken tedavilerinin sonucunda insanların Tanrıya yönelmesinin dışında bir ücret istememektedir. Diğer papazlarla alay etmekte, kendilerine verdikleri ruhani payelerin gerçek bir imandan kaynaklanmadığını, inançlarının tam ve kamil olmadığını yarı deli yarı akıllı işi planlarla onlara anlatmaktadır.

Aslında film her ne kadar Hristiyan-Ortodoks unsurlar barındırsa da bir inanç ve iman muhasebesi unsurlarını barındırıyor. Dini inançların şekil ve görüntü olarak şartlarının yerine getirilmesine rağmen asıl olanın yüreklerin içinde saklı olan samimiyet ve Tanrıya bağlılık olduğu vurgulanıyor. Filmi izlerken İslam kültüründe de bulunan tasavvuf ekollerine, tarikatlara bağlı bir dervişin nefsiyle ve şeytanla mücadelesi, samimiyetinin ve inancının çeşitli testlerden geçiriliyor muşçasına mücadelesinin anlatıldığı benzerlikler dikkatimi çekti.

Filmin çekildiği ortam, insanın kendisini meşgul edecek çok az şey bulabileceği, tabiatla, soğukla karşı karşıya kalabileceği bir ortam oluşturulmuş. Bu da filmdeki tüm dikkatin oyunculara ve filmin mesajına teksif edilmesine yardım etmiş.

Ben filmi çok başarılı buldum. Amerikan sinemasının “bu işi biz biliriz, biz yaparız” gibi ben merkezli filmlerinden sıkılanlar için iyi bir alternatif olabileceğini düşünüyorum. Tavsiye ederim, bulabilirseniz izleyiniz.

5 Mart 2009 Perşembe

Yeşilçam Ödülleri 2009

Belli bir sinema geçmişi olan hemen her ülkenin, bir ‘yıl dökümü’ yapması âdettendir. Bunun en çok bilineni Amerika’daki Oscar ödülleri. İngiltere’de BAFTA, Fransa’da Cesar, İspanya’da Goya hatta Japonya’da Kinema Junpo bu minvalde verilen ödüller. Bu sayede ülke sinemasının ‘yıl sonu değerlendirmesi’, sektörün kendisiyle yüzleşmesi belli ölçüde de olsa sağlanmış olur.

İyi filmlerin hakkı teslim edilir, yapımcılar cesaretlendirilir, oyuncular onurlandırılır, nihayet sinema emekçileri daha güzele doğru teşvik edilir. Neredeyse bir asra yaklaşan tarihine rağmen Türk sinemasının bu çerçevede bir ödül müessesesine kavuşması ancak geçtiğimiz yıl gerçekleşti. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteği ve Turkcell’in ana sponsorluğunda Beyoğlu Belediyesi ile Türkiye Sinema ve Audiovisuel Kültür Vakfı’nın (TÜRSAK) ortaklaşa düzenlediği Yeşilçam Ödülleri’nin ikincisi, önceki akşam Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda sahiplerini buldu.

Sinema dünyasından dünü, bugünü ve yarınını temsil eden çok sayıda ismin yanı sıra Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, İstanbul Valisi Muammer Güler, Turkcell CEO’su Süreyya Ciliv de törene katılan davetlilerdendi. İlk etapta sektör içinden 600 kişinin katıldığı bir değerlendirmeyle 2008′de gösterime girmiş filmler arasından adaylar belirlendi. Sonra iş, sanat, kültür ve medya dünyasından bin 500 isim tarafından ikinci eleme yapıldı.

Festivallerdeki dar kapsamlı jürilerin ‘eğilim’inden bağımsız olarak Türkiye’nin en geniş katılımlı değerlendirmesiyle belirlenen ödüllerde ‘ortak akıl’ öne çıktı. 11 dalda verilen ödüllerden sekizine aday olan ‘Üç Maymun’ en iyi film, yönetmen ve senaryo dâhil, altı ödül alarak geceye damgasını vurdu. Sekiz adaylığı olan bir başka film ‘Sonbahar’ ise iki ödülde kaldı. ‘Issız Adam’ iki, ‘O… Çocukları’ da bir dalda ödüle layık görüldü. Dokuz dalda aday olarak herkesi şaşırtan ‘Devrim Arabaları’ ise geceden ödülsüz ayrıldı. Beş dalda aday olan A.R.O.G ve dört adaylıkla Gitmek, Devrim Arabaları’yla aynı safta yer alan filmlerdi. SMS oylarının da etkili olduğu Turkcell İlk Film Ödülü’nü Sonbahar filmiyle Özcan Alper kazandı.

Yeşilçam Ödülleri

En İyi Film: Üç Maymun (Zeynep Özbatur)

En İyi Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan (Üç Maymun)

En İyi Kadın Oyuncu: Hatice Aslan (Üç Maymun)

En İyi Erkek Oyuncu: Onur Saylak (Sonbahar)

En İyi Senaryo: Nuri Bilge Ceylan, Ebru Ceylan, Ercan Kesal (Üç Maymun)

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Yıldız Kültür (Issız Adam)

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Altan Erkekli (O… Çocukları)

En İyi Müzik: Aria/Cenk Erdoğan, Cengiz Onural, Bora Ebeoğlu (Issız Adam)

En İyi Görüntü Yönetmeni: Gökhan Tiryaki (Üç Maymun)

Digitürk Genç Yetenek Ödülü: Ahmet Rıfat Şungar (Üç Maymun)

Turkcell İlk Film Ödülü: Sonbahar

Kaynak: Zaman Gazetesi

3 Mart 2009 Salı

BenX


Adını Flamanca’da “Ben bir HİÇim” manasına bir deyimden alıyormuş. Hiçlik, hiçbir şey olmak nasıl tanımlanabilir ki? Bunu izleyicilere nasıl tarif edebilir, bu duyguyu kendileri yaşıyormuşçasına nasıl hissettirebilirsiniz ki? Etrafınızda çevrenizde gördünüz mü böyle birini? Ya da bu tip bir insan dikkatinizi çekti mi? Son derece etkileyici bir film ortaya çıkarmış hem hikâyenin yazarı, hem de yönetmeni olan Nic Balthazar. Sinema diliyle toplumsal bir olguya, vakıaya hatta tam da yaşanan bir şeye dikkat çekmiş.

Hikâyenin kahramanı olan Ben (Greg Timmermans), okulunda ve derslerinde gayet başarılı, ancak otistik rahatsızlığı sebebiyle asosyal bir kişiliktir. Başkalarıyla iletişim kurabildiği tek ortam “World of Warcraft veya Knight Online” tarzı bir oyun olan “Archlord” ‘dur. Ailesiyle, öğretmenleriyle ilişkilerinde oldukça uysaldır. Gündelik hayatta bocalamamak için elinde video kamerası ile diğer insanların birbirlerine olan davranışlarını kopyalamakta ve taklit etmeye çalışmaktadır. Kopyalayamadığı veya daha önce karşılaşmadığı sorunların çözümlerini ise hayatının bir parçası olan “Archlord” isimli oyundaki senaryolar üzerinden çözebileceğini hayal etmektedir. Ben, kendine yarı gerçek, yarı sanal bir dünya kurmuştur. Ama arkadaşları onun içinde bulunduğu rahatsızlığı anlamaktan ve Ben’in hayatını kolaylaştırmaktan uzaktır. Bilakis onu alaya almakta ve itip kakmaktadırlar. Adeta Ben’in hayatındaki tek dostu oyundan arkadaşı olan ‘Scarlite’ (Laura Verlinden). Aynı zamanda Ben’in en büyük destekçisi ve şifacısıdır.

Bu tarz psikolojik sorunları olan insanların hikayesini anlatan, ‘Forrest Gump’, ‘I am Sam – Benim adım Sam’ ve Oscar ödüllü ‘A Beautiful Mind – Akıl Oyunları’ ile kıyaslandığında daha gerçekçi bir hikaye ile karşı karşıya kaldığımızı görüyoruz. Forest Gump’ta zekâ yaşı düşük birinin verdiği mücadele anlatılmaktadır. I am Sam’de ise yine çok etkileyici bir hikâye ile karşı karşıyayız, ancak öncelikle vurgulanan zekâ seviyesi düşük bir baba ile kızı arasındaki aile bağları. A Beautiful Mind ise biraz daha fazla BenX ile benzerlikler taşıyor. Nobel ödüllü Matematik profesörü John Forbes Nash’in hayatını anlatan filmde şizofreni ile olan mücadelesi ve kendini yönlendiren hayali dostlarıyla yaşamayı öğrenmesi anlatılıyor. Ben X’de sonunda en büyük destekçisi ve aynı zamanda şifacısı olan ‘Scarlite’ ın gerçek mi? Yoksa hayal mi? Sorusunun cevabını izleyiciye bırakıyor.

Filmin başında çıkan bir cümleye göre gerçek hayatta yaşanan bir olaydan sinemaya uyarlanmış. Filmin yönetmeni, Belçika’nın Gent şehrinde, liseli bir gencin Gravensteen sarayından atlayarak intihar etmesini konu alan bir gazete haberinden yola çıkarak çocuğun ailesi ile görüşmüş ve kalıcı bir şeyler yapmak için önce romanını yazmış ve sonra da filmi çekmiş. Aynı zamanda yönetmenin kendi romanından uyarladığı ilk filmi. Geçtiğimiz yıl İstanbul Film Festivali’nde FIBRESCI ödülünü almış. Montreal Film Festivali’nde de ‘Grand Prix’ ödülünü kazanmış.

1 Mart 2009 Pazar

Tristan + Isolde

Tarihi boyunca sürekli işgaller ve iç çekişmelerle uğraşmak zorunda kalmış İngiltere, Romalıların hâkimiyeti sona erdikten sonra iç birliğini sağlayamamıştır. O dönemde Roma işgaline uğramamış İrlandalılar, İngiltere’ye saldırmaktadır. Bir saldırı sırasında anne ve babasını kaybeden Tristan, bir lord olan amcasına emanet edilir. Amcası tarafından bir savaşçı olarak yetiştirilen Tristan, İrlandalıların saldırılarına bir karşı saldırı ile cevap verir. Zehirli bir kılıç darbesiyle yaralanan Tristan o zamanki adet üzerine öldü sanılarak bir sandal ile denize salınır. Sandal İrlanda’da karaya vurur. İsolde tarafından bulunarak tedavi edilen Tristan tekrar ülkesine döner ancak aklı İsolde’de kalmıştır. Bir yarışma da büyük ödül olarak Isolde vaad edilince Tristan yarışmaya katılır ve yarışmayı kazanır. Ancak Isolde ile evlenmesi mümkün değildir.

Konusunu kısaca özetlediğim film, imkânsız bir aşk hikâyesini anlatıyor. Yazılı olarak ilk kez 1210 yılında derlenen Kelt kökenli İngiliz destanı senaryoya esin kaynağı olmuş. Hatta filmin afişinde “Romeo ve Juliet yokken biz vardık” gibi daha eski bir metin olduğuna vurgu yapılmış. Destan Avrupa halkları tarafından çok sevilmiş, benimsenmiş ve diğer kültürlere de kahramanlarının isimleri ve olayın hikâye edilişi değiştirilerek kendisine yer bulmuştur.
Filmin yönetmeni Kevin Reynolds, daha önce de “Monte Cristo Kontu” ve “Robin Hood: Hırsızlar Kralı” filmlerinde bu tarz tarihi konular işlemiş. Filmin başrollerini “Spiderman” serisinden tanıdığımız James Franco ve “Underworld” projelerinde yer almış Sophia Myles paylaşıyor. Lord rolünde ise İngiliz Aktör Rufus Sewell’i görüyoruz. Film İngiltere ve İrlanda’da olayların geçtiği atmosfere uygun mekânlarda çekilmiş. Kostüm ve oyunculuk ile hikâyenin filme aktarılmasını da gayet başarılı bulduğumu söyleyebilirim.

Gelelim işin yorum kısmına. Filmde âşık iki insanın çok sevmelerine rağmen birbirlerine kavuşamamaları işleniyor. Konu temel olarak geçmişte çok görülen kız alıp verme suretiyle kurulan akrabalık ile düşman toplumların arasındaki buzları eritme siyaseti üzerine kurulmuş. Tristan ve Isolde her kadar birbirlerini çok sevseler de bu sebepten evlenemiyorlar. Çünkü Isolde lider ile evlenmek zorundadır. Gizlice buluşmayı sürdüren sevgililerin bu durumu bir süre sonra Lord tarafından da öğrenilecektir. Bu açmaz içerisinde sevgililer ya birbirlerinden ya da toplumlarından vazgeçecekler. Tristan toplumunu seçerek bu aşk hikâyesinde o dönemde ki parçalanmış İngiltere’ye birlik mesajı vermektedir. Belki de aynı mesajı kendi toplumlarına verme ihtiyacı sebebiyle diğer milletler tarafından hikâye bu kadar tutuldu ve benimsendi. Öyle ya, insan sevdiğinden vazgeçebiliyorsa, uğruna vazgeçtiği şey daha yücedir.

Bir başka çıkarım da şu olabilir; “insan sevdiğini kim olursa olsun paylaşamaz.” Yani sevgi paylaşılmaz, bölünmez. Bir bütündür. Eğer bölünmüşse, parçalanmışsa, başka birileri ortak olmuşsa bu kabul edilebilir, tahammül edilebilir bir şey değildir. Bu duyguyu kontrol edebilmekte mümkün değildir. Tristan ve Isolde’de bu halet-i ruhiye içerisindeler. Ama bir araya gelebilme imkânları da söz konusu değil. İçinde bulundukları zor durum oyuncular tarafından çok güzel canlandırılmış. Bilhassa Tristan’ı oynayan James Franco’yu çok başarılı buldum. Tristan karakterinin her halini başarıyla canlandırmış.

Güzel bir filmdi vesselam…

28 Şubat 2009 Cumartesi

Cloverfield / Canavar


Yönetmenin ifadesine göre kendisine ilham veren fikir, Japonya gezisi sırasında oğluyla oyuncak satan dükkânları gezerken adeta Japonların milli canavarı olan Godzilla figürlü oyuncakların çokluğunu görünce “neden bizim (Amerikalıların) bir canavarı yok? Bizim sinema dünyasına sunabildiğimiz tek canavar figürü King Kong” tezinden yola çıkarak yaratılmış bir ürün. Bu düşünceden yola çıkarak önce nereden geldiği ve ne şekilde var olduğu belli olmayan dünyadaki hayvan türlerinden hiç birine benzemeyen belki biraz dış görünüşü dinozorları andıran bir figür yaratması için animasyon sanatçılarıyla irtibata geçer. 100 metre boyunda, bir darbe ile ABD’nin sembolü olan Özgürlük Anıtının kafasını koparabilecek güçte, insanoğlunun sahip olduğu silahlardan etkilenmeyen bir anatomiye sahip canavar sipariş edilir.

Canavarımız normal yaşantılarına devam eden insanların arasına bir anda çıkıverir ve pek çok insanın ölmesine, birçok da binanın yıkılmasına sebep olur. Hikâyemiz de bir veda partisi için toplanmış kahramanlarımızın hatıra kalması amacıyla amatör bir video kaydı çektikleri bir sırada başlar. Kamera olaylar sırasında hiç kapanmadan çekime devam eder. Canavarın icrayı faaliyet gösterdiği ve askerlerinde müdahale ettiği bölgede esas oğlanın kız arkadaşı yaralı bir vaziyette mahsur kalmıştır. O halde ne pahasına olursa olsun esas kız kurtarılmalıdır.

Hikâyemize, güçlü bir gerçeklik duygusu oluşturulması için parkta bulunan, Amerikan devletinin gizli belgeleri arasına dâhil edilmiş ve olayların başlangıcından itibaren amatör bir kameraman tarafından çekilmiş video kaydedicideki kayıtlar kaynaklık etmektedir. Kaydı yapanların kaydedicide unuttukları bir kasette zaman zaman devreye girmekte ve kahramanlarımız hakkında geçmişe giderek birbirleri arasındaki bağ vurgulanmaktadır. Anlatım tekniği açısından aynen “Blair Cadısı” filminde olduğu gibi çekimi yapan kurbanların akıbetlerinin ne olduğu bilinmemektedir. Büyük ilgi gören filmin yüksek bir ihtimalle devam filminin çekileceğini tahmin ediyoruz.

Konu olarak “War of the Worlds” (Dünyalar Savaşı) ile benzerlikler arz etse de anlatım olarak farklı ve başarılı bir yapım olduğunu söyleyebiliriz. İki filmi birbiri ile karşılaştırırsak;

· War of the Worlds’da dünya dışından gelen yaratıklar tarafından saldırı gerçekleştiriliyor. Cloverfield’da ise saldırıyı gerçekleştiren yaratığın dış dünyadan mı, yoksa bu dünyadan mı olduğu konusunda bir şey belli değil.

· War of the Worlds’da da Cloverfield’da da saldırıya uğradıktan sonra kaçış hikâyeleri işleniyor.

· Görsel efektler ve bilgisayar animasyonları her iki filmde de başarı ile uygulanmış.

Başrol oyuncuları daha çok televizyon dizilerinde rol almış oyunculardan seçilmişler. Zaten filmin yapımcısı olan J.J. Abrams aynı zamanda sevilen diziler “Lost” ve “Alias”ında yapımcısı olduğunu düşünürsek, filmin kaliteli olabileceği hakkında bir kanıya varabiliriz.

No Country for Old Man / İhtiyarlara Yer Yok

Pardon kardeş, ihtiyarsan bu filmi izleme.

Çünkü bu filmde ihtiyarlara yer yok. Enteresan bir giriş oldu değil mi? Ama 2008 yılı Oscar ödüllerinin hangi filme ve oyunculara verildiğine baktığımızda orijinal ismi “No Contry for Old Man” olan “İhtiyarlara Yer Yok” isimli filmin 4 ödül ile 80. Oscar ödül törenine damgasını vurduğunu söyleyebiliriz. Üstelik kazandığı ödüller yarışmaya katılan ya da aday olan onca filmin arasından sıyrılarak, “En iyi film”, “En iyi yardımcı erkek oyuncu”, “En iyi yönetmen”, “En iyi uyarlanan senaryo” gibi ödülleri de toplamışsa bu konu üzerine biraz eğilmemiz sanırım yerinde olacak. Bakalım sinema dünyasının aynı zamanda kardeş olan iki dahi bize nasıl bir hikâye anlatmışlar.

Öncelikle eseri bu filme konu olan romanın yazarı “Cormac McCarthy” ile başlayalım isterseniz. Yazarımız filme konu olan eserini 2003 yılında yayınladığında Amerika’da büyük bir başarı kazanmış. Eserlerine konu olarak Amerikan toplumunun günümüzde geçirdiği sosyal değişimi ve bu değişimin sonucu olarak batı tarzı yaşamın hızla yaklaşan sonu, erdem, saygı, dürüstlük gibi kaybolan veya yitirilen değerleri ele almıştır. Şimdiye kadar yazmış olduğu 10 romanında ki bunlar arasında daha önce Billy Bob Thornton tarafından beyazperdeye aktarılan “All The Pretty Horses” de olmak üzere iç içe geçmiş öyküler şeklinde ortak bir anlatım tarzı söz konusudur. Konu edindiğimiz filmde, romanın bu özelliğini gerçekten vurucu bir şekilde yansıtmış. Görünüşü, konuşması ve duruşuyla ürkütücü bir görüntü veren psikopat katil “Anton Chigurh” ayrı bir hikâye, insanların uğrunda can vermesine sebep olan parayı bulan ve parayı bir kurtuluş fırsatı olarak değerlendirerek bir kaçış hikâyesi başlatan özünde iyi bir kişilik sergileyen “Llewelyn Moss” ve adalet, erdem, doğruluk, tecrübe ve yaşlılık sembolü şerif “Ed Tom Bell” ayrı dünyaların insanları. Sanki karakter özellikleri olarak “iyi, kötü ve ortada” olan kişilikler ete kemiğe bürünerek bir değerler çatışması şeklinde gözlerimizin önüne serilmiş. Romanı okumadım ama hikâyenin bize akseden tarafında bazı kopukluklar olmakla beraber sinemaya güzel bir şekilde uyarlandığını belirtebilirim.

Yönetmenlik açısından baktığımızda “Ethan Kohen” ve “Joel Kohen” kardeşlerin daha önce izlediğim ve kendilerine 2 Oscar ödülü kazandırmış “Fargo” filmindekine benzer bir anlatım dili kullandıklarını söyleyebiliriz. Her iki filmde bir “suç draması”. Ancak bu filmdeki performansları “Fargo” daki performanslarının çok üzerinde. Psikopat katil “Anton”un yazı-turası ve yavaş yavaş açılan çikolata paketi gibi detaylar ile bir anda oluşan kurbanların ruh haline odaklanmamızı ve nasıl bir bela ile karşı karşıya olduklarını anlamamızı kolaylaştıran dâhice fikirler. Bir de tesadüflerin filmin içindeki rolü çok dikkatimi çekti. Ana temayı teşkil eden paranın bulunması, paranın izinin sürülmesinde hep tesadüfler var. Ama abuk sabuk tesadüfler de değil bunlar. Hayatın akışı içinde bizimde karşılaşabileceğimiz türden tesadüfler.

Oyunculuk yönünden ise şüphesiz “En iyi yardımcı erkek oyuncu” ödülünü almaya hak kazanan “Javier Bardem”i ayrı bir yere koymamız gerekiyor. Canlandırdığı karaktere, saçma sapan konuşmasıyla, duruşuyla hatta bakışıyla bile çok şey verdiğini söyleyebiliriz. Sanırım ödülleri dağıtan Ödül komitesi de benim gibi düşündü. :) Tecrübeli ihtiyar şerifi canlandıran “Tommy Lee Jones” ise bu filme neler kattığı konusunda hayli şüphelerim var. Biraz konu mankeni gibi kalmış. Bir de şerif rolü “Tommy Lee Jones” in canlandırdığı kaçıncı şerif rolü gerçekten merak ediyorum. Filmdeki esas oğlan rolünde izlediğimiz “Josh Brolin” de bence en az “Javier Bardem” kadar başarılı. Yaşam şartları çok iyi bir düzeyde olmayan av meraklısı, emekli bir kaynakçıyı canlandırıyor. Hayatta belki de eline geçirdiği en büyük fırsatı (parayı) sadece içinde taşıdığı iyi niyet sebebiyle zora sokuyor ve bir kaçış hikâyesi başlatıyor. Kaçan bir adamın ruh halini canlandırırken gösterdiği performans en az “Javier Bardem” in performansı kadar etkileyici.

Konunun akışı içerisinde her ne kadar final sahnesi filmin ortalamasını düşürüyor olsa da izleyicilerden aldığı 10/8,5 notunu hak ettiğini söyleyebiliriz.

26 Şubat 2009 Perşembe

81. Oscar Ödülleri / 2009 Akademi Ödülleri


81. OSCARLAR’IN SAHİPLERİ

EN İYİ FİLM
Slumdog Millionaire

EN İYİ YÖNETMEN
Danny Boyle (Slumdog Millionaire)

EN İYİ KADIN OYUNCU
Kate Winslet (The Reader)

EN İYİ ERKEK OYUNCU
Sean Penn (Milk)

EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU
Penélope Cruz (Vicky Cristina Barcelona)

EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU
Heath Ledger (The Dark Knight)

EN İYİ ÖZGÜN SENARYO
Dustin Lance Black (Milk)

EN İYİ UYARLAMA SENARYO
Simon Beaufoy (Slumdog Millionare)

EN İYİ ANİMASYON FİLM
Andrew Stanton (Wall-E)

EN İYİ KISA ANİMASYON FİLM
Kunio Kato (La Masion En Petit Cubes)

EN İYİ SANAT YÖNETMENİ
Donald Graham Burt (The Curious Case of Benjamin Button)

EN İYİ KOSTÜM
Michael O’Connor (The Duchess)

EN İYİ MAKYAJ
Greg Cannom (The Curious Case of Benjamin Button)

EN İYİ GÖRÜNTÜ YÖNETMENİ
Anthony Dod Mantle (Slumdog Millionaire)

EN İYİ KISA FİLM
Jochen Alexander Freydank (Spielzeugland)

EN İYİ BELGESEL VE KISA BELGESEL

James Marsh ve Simon Chinn (Man On Wire) ve Megan Mylan (Smile Pinki)

EN İYİ GÖRSEL EFEKT
Eric Barba, Steve Preeg, Burt Dalton ve Craig Barron (The Curious Case of Benjamin Button)

EN İYİ SES MONTAJI VE MİKSAJI
Richard King (The Dark Knight) ve Ian Tapp, Richard Pryke ve Resul Pookutty (Slumdog Millionare)

EN İYİ KURGU
Chris Dickens (Slumdog Millionare)

EN İYİ FİLM MÜZİĞİ
A.R. Rahman (Slumdog Millionare)

EN İYİ ŞARKI
“O Saya” A.R. Rahman ve Maya Arulpragasam (Slumdog Millionare)

ÖZEL ÖDÜL
Jerry Lewis

EN İYİ YABANCI FİLM
Yojiro Takita (Departures-Japonya)

I Am Legend / Ben Efsaneyim

Ütopik bilim-kurgu filmlerinden her zaman hoşlanmışımdır. Nasıl hoşlanmayayım ki? İnsanoğlu tarih boyunca önce hayal etmiş, kurgulamış sonra da hayallerini gerçekleştirmek için de çalışmış ve büyük oranda da gerçekleştirmiştir. Ortaokul çağlarında okuduğumuz Jules Verne’in romanlarını hatırlayın. “Denizler altında 20.000 fersah, 90 günde devriâlem, Ay’a yolculuk” bunların hepsi de azimli insanoğlu tarafından gerçekleştirilmedi mi? Tabi her filmi çekilen ya da yazılan olayda gerçekleşecek diye bir şey de yok. Ama insan düşüncesinin sınırlarını zorlayan önünde yeni kapılar açan ve ufkunu genişleten bu tür sinema yapıtlarını gerçekten de ilgiye değer bulmuşumdur. Yazımıza konu ettiğimiz film de insanoğlunun karanlık (!) geleceğini konu alan bir felaket filmi aslında.

Kanserin çaresi olarak keşfedilen ve insanlara şırınga edilen bir virüs kısa bir zaman içerinde evrimleşerek insan soyunu tehdit eden bir felakete dönüşmüştür. Dünya üzerinde beşmilyardörtyüz milyon insan hastalık sebebiyle hayatını kaybetmiş, kalan altıyüz milyon insanın büyük bir çoğunluğu da virüsün etkisine maruz kalmış ve evrimleşerek gün ışığından etkilenmektedir. Tek besin kaynakları ise bulabildikleri insanlar ve hayvanlardır. Hastalık sebebiyle kısa sürede milyonlarca insanın yaşadığı şehirler vahşi hayvanlar tarafından yaşam alanı olarak kullanılmaktadır. Will Smith’in canlandırdığı kahramanımız Robert Neville ise orduda görevli bir bilim adamıdır. New York şehrinde hayatta kalan tek insandır ve tek yoldaşı da köpeğidir. Kendisine çizdiği amaç ise hayatta kalacak, hastalığın tedavisi üzerinde çalışacak ve eğer varsa hayatta kalan başka insanlarla irtibata geçecektir.

Konusunu kısaca özetlediğim filmin yönetmeni Francis Lawrance’ın ikinci filmi. İlk filmi başrolünü Keanu Reeves’in canlandırdığı “Constantine”. Dörtte üçü tek başına Will Smith’in canlandırdığı karakteri izleyerek geçirdiğimiz film müthiş bir tempo ile başlıyor. İzleyiciye yansıtılan ilk görüntü, hastalığın etkilediği insanlar tarafından boşaltılmış bomboş bir şehir. İnsanlar tarafından üretilmiş araçlar, binalar, makineler, gemiler, uçaklar her şey yerli yerinde ama insan yok. İnsanların boşalttığı alanlarda aslanlar, geyikler geziyor. Bir düşünsenize, bir insanın hayal edebileceği her şey var ama ne bir ses, ne bir nefes var. Pardon, aslında nefes var. Gün ışığından etkilenen, insani tüm özelliklerini yitirmiş zombivari yaratıklar.

Son zamanlarda yönetmenler tarafından tercih edilen konuların başında bir virusun etkilediği canavarlaşmış insanlar konusu pek çok filmin konusunu oluşturdu. “ 28 gün sonra, 28 hafta sonra, Dead Meat” tarzı filmlerle aynı eksende olmasına rağmen, aksiyon dozu film boyunca hiç düşürülmemiş. Flashbacklerle virüsün insanları etkilemesi hikâyesi en başından itibaren derli toplu bir biçimde verilmiş. Tek yoldaşı olan köpeğinin bir geyiğin peşinden girdiği karanlık bir binada zombilerle karşılaşması ise şüphesiz filmin en heyecanlı yeri.

Filmin sonlarına doğru tek dostu olan köpeğini kaybettikten sonra umudunu yitirmiş bir halde zombilere saldırdığı ve adeta intihar edercesine zombilerle mücadele ettiği sahneler aksiyon ve gerilimin tavan yaptığı sahneler. Aynı zamanda hayatta kalmayı başarabilmiş insanlar tarafından kurtarılmıştır. Ama umudu tükenmiştir. Çünkü hastalığın tedavisi için yaptığı çalışmalardan bir sonuç alamamıştır. Oysa ele geçirdiği zombi üzerinde yaptığı çalışma sonuçlarını göstermeye başlamıştır. O halde tedavi edilen zombinin kanından aldığı örnek eğer varsa hayatta kalan diğer insanlara ulaştırılması gerekmektedir. İşte kahramanımızın efsane olduğu nokta da burasıdır. Kendi hayatını feda edecek ve insan neslinin kurtuluşuna bir kapı aralayacaktır.

24 Şubat 2009 Salı

Babil M.S. / Babylon A.D.

Vatanı Amerika’dan kovulmuş eski bir paralı asker olan Tooroop (Vin Diesel), kanun dışı bir suç örgütünün başı olan Gorsky (Gerard Depardieu) tarafından Aurora (Melanie Thierry) isminde bir kızı ve bakıcısı olan Rahibe Rebeka’yı (Michelle Yeoh) Amerika’ya götürmek zorunda bırakılır. Sırbistan’dan başlayıp Rusya’yı boydan boya geçerek Bering Boğazına ulaşan Tooroop ve kargoları (filmde öyle isimlendirilmiş), sınırı geçerek Kanada üzerinden Amerika’ya ulaşırlar. Görevini tamamladığında Aurora’nın çok kıymetli bir şey taşıdığını öğrenen Tooroop hayatını tehlikeye atmaktan çekinmeyecektir.

Yukarıda konusunu kısaca özetlediğimiz filmin yönetmeni, adını 1995 yapımı Protesto – Nefret (La Haine) isimli filmle duyuran ve daha sonra çektiği Nehirler Kızıl Akacak (Les Riviéres Pourpres) ve Gothika ile de ününü perçinleyen Mathieu Kassovitz. Filmin başrol oyuncusu Vin Diesel. Kendisine Kaplan ve Ejderha (Crouching Tiger, Hidden Dragon) filminin başrol oyuncusu Michelle Yeoh eşlik ediyor. Bir diğer önemli rolü Fransız aktris Mélanie Thierry üstlenmiş. Bir de küçük bir rolde Gerard Depardieu’yu görüyoruz.

Film, tarih olarak 2017 sonrası bir zaman dilimi içerisinde geçiyor. Bu yönüyle bir bilim-kurgu. Sadece tarih sebebiyle değil, 2017’de Avrupa ve Rusya büyük bir yıkım geçirmiş, merkezi idareler iktidarlarını kaybetmiş ve tamamen bir kaos ortamı hüküm sürmektedir. Ama öte yanda Amerika kıtası ise medeni havasından hiçbir şey yitirmemiş ve ayakta kalabilmeyi başarmıştır. Filmin ilk yarısı boyunca insan hayatının hiçbir değer ifade etmediği, türlü sıkıntıların yaşandığı, yanmış, yıkılmış Asya ve Avrupa’nın içler acısı hali bir yol hikâyesi şeklinde aktarılıyor. Filmin ikinci yarısı ile Amerika’daki düzen, nizam ve intizam senaryo açısından ciddi bir çelişki gibi görünüyor. Filmde biraz Aurora kimliği üzerinden yönetmenliğini Alfonso Cuaron’un yaptığı Son Umut (Children of Men) havası verilmek istenmiş. Kargo teslimatı da akıllara Taşıyıcı (Transporter) isimli filmi getiriyor. İki filmi karıştırın, karakterleri de hem görünümleri hem de davranışları açısından 6. Element (Fifth Element)’den klonlayıp aynı tencereye atın, kısık ateşte 5 dk. pişirin, tuzunu, salçasını ilave edin, böyle bir film ortaya çıksın.

Zaten filmin yönetmeni de, yaptığı işi beğenmemiş olacak ki, yapımcı Fox şirketi ile sorunlarını dile getirip “Film için hiç mutlu değilim. Bir sahne bile isteğime göre çekilmedi. Senaryoya uyan hiçbir sahne yok. Kötü yapımcılar, kötü bir deneyim. Fox pg-13 tarzı bir çocuk filmi yapmak istedi. Onlarla kavgaya hazırım ancak umurlarında değil.” demiş. Filmin Amerikan versiyonu 90 dk., Fransız versiyonu 101 dk. ve Director’s Cut ise 161 dk. Böyle olunca da film de konu olarak neden bir yere varamadığımızı biraz olsun anlıyoruz. 71 dakika kesilmiş filmden :).

Oyunculuk açısından ise, Vin Diesel her zaman bildiğimiz standartlarında bir oyunculuk sergilemiş. Ya da şöyle diyeyim, Riddick’ten iyi değil. Kendisine eşlik eden Michelle Yeoh ise dövüş sahnelerindeki performansı ile durumu biraz olsun kurtarıyor, ama bu senaryo ile ancak bu kadar dedirtiyor. Melanie Thierry ise vasat bir oyunculuk sergiliyor.

Konu sonuca bağlanmadan bir anda bitiverince filmde pek çok şey yerli yerine oturmuyor, havada kalıyor. Sanki bir devam filmi gelecekmiş havası var, ancak ben bunun küçük bir ihtimal olduğunu düşünüyorum. İlk başlangıcıyla izleyiciyi sarıveren, normal düşünce kalıplarının dışına çıkaran (bilim kurgu filmlerini bu yüzden severim), ikinci bölümü ve finaliyle izleyicilerini fazla memnun edemiyor. Böyle olunca da izlesem de olur, izlemesem de tarzında bir film ortaya çıkıyor.

23 Şubat 2009 Pazartesi

Apocalypto*: Zulmün kıyametinin koptuğu an…


Senaryosunu (Farhad Safinia ile beraber) ve yönetmenliğini Mel Gibson’un üstlendiği film, Güney Amerika’da Maya İmparatorluğunun son dönemlerinde, Avrupalıların kıtaya ayak basmasından, Yerli halka medeniyetin getirilmesinden hemen önceki bir tarih sürecinde başlıyor. Köylerinde mutlu ve huzurlu bir yaşam süren, geçimlerini yaşadıkları ormanda avlanarak devam ettiren bir grup yerli Maya imparatorluğunun köle tacirleri ve askerleri tarafından saldırıya uğrarlar. Esir edilen yerli kadınlar pazarlarda satılmakta, erkeklerde sözde maya tanrılarına kurban edilmektedir. Ülkeyi etkisi altına almış olan salgın hastalıkların bu sayede önüne geçilebileceğine inanılmaktadır. Kahramanımız Jaguar Pençesi köyde bir kuyuda gizlediği eşini kurtarabilmek için yağmur başlamadan geri dönerek onları oradan kurtarması gerekmektedir. Ama bir şartla, önce oğlunu öldürdüğü komutanı ve adamlarını safdışı bırakmalıdır.


Kısaca konusunu özetlediğim film Mel Gibson’un dördüncü yönetmenlik denemesi. İlk filmi Yüzü Olmayan Adam (The Man Without Face) (1993)’den sonra çektiği, Cesur Yürek (Braveheart) (1995), Tutku: Hz. İsa’nın çilesi (The Passion of the Christ) (2004) ve Apokalipto (Apocalyto) (2006) oldukça kanlı filmler. Söz konusu filmde kanlı bir şekilde bir av sahnesi ile başlıyor ve tempoyu düşürmeden sonuna kadar da sürekli kan ve ölüm izliyorsunuz. Çöküş dönemindeki Maya imparatorluğunda filmde anlatıldığı şekilde gerçekten bu kadar çok ve yaygın kan dökülmüş müdür? bilmiyorum. Orman köyü saldıya uğruyor, esirler kurban ediliyor, güneş tutulması sonucu kendilerinden kurtulunması istenen esirler birer hayvan gibi savaşçıların önüne atılıyor, ormanda kovalama sahneleri.. Kan, kan, kan. Ama senaryo öyle ustaca yazılmış ki,enteresan bir biçimde rahatsız da olsanız devamında ne ile karşılacağınızı merak ediyorsunuz. Öyle ya, yönetmen size bir hikaye anlatıyor ve hikayenin nasıl bittiği önemlidir. Cesur Yürek ve Tutku’da kötü bitmişti. :) Film sonuna kadar birazda rahatsız edici bir tarzda sürekli kan ve ölüm sergiliyor. Hikayede en ufak bir kopukluk olmadan, üstelik o zaman konuşulan maya dilinde başlıyor ve bitiyor. Ben filmin bu özelliğini çok başarılı buldum. Filme bir özgünlük kazandırdığını düşünüyorum. Düşünsenize Maya yerlileri ingilizce konuşuyorlar.. Yönetmen bunu Tutku: Hz. İsa’nın Çilesi filminde de başarıyla gerçekleştirmişti. Filmin çekildiği doğal ortam, yerlilerin doğal şartları, giyim kuşamları harika bir şekilde aktarılmış.


Oyunculuk açısından ise, yine olumlu not vermek zorundayız, bence. Çünkü tümüyle deneyimsiz oyunculardan hatta çocuklardan oluşan bir topluluğa görevlerini öyle bir anlatmış olmalı ki, hiçbir yerde sırıtmıyorlar. Adeta doğal ortamlarına bir pencere açmışız da oradan doğal halleriyle abartısız yaşantılarıyla izliyoruz. Yerliler yerli gibi, çocuklar çocuk gibi, başrol oyuncuları da başrol oyuncusu gibi hakkını vermişler. Bir de başroldeki çocuk Barcelonalı futbolcu Ronaldinho’ya çok benziyor. Tabi, Ronaldinho daha dişlek. :)


Konu olarak, siyasi ve dinsel yorumlara girmek istemiyorum. Seyirlik olarak güzel bir iş çıkarmış, yönetmen. Bize de izlemek, anlamaya çalışmak, üzerinde biraz düşünmek kalıyor. Ben izledim, sinema sanatı açısından anlamaya çalıştım ve zevk aldım. Sizi bilmem… Verdiği mesajlar açısından da yorumlarım var tabi, ama sinemanın dışında bir alana kaymamak için onlara hiç girmiyorum.


*Apocalypto: “Kıyamet”, “Başlangıç”

21 Şubat 2009 Cumartesi

Güzel Kızlar, Kucak Dansı ve Death Proof

"İşte her şeyiyle bir Quentin Tarantino filmi." İzlediğimde aklımda oluşan ilk düşünce bu oldu. Kısaca filmin konusuna değinip daha sonra filmle ilgili görüşlerimi arz etmek istiyorum.

Texas’ın ünlü DJ’lerinden olan 3 kız arkadaş hafta sonu tatillerini geçirmek için bir göl evine gitmeye karar verirler. Yolculukları esnasında mola verdikleri bir barda kendilerini takip eden dublör Mike’la tanışırlar. Dublör Mike “Ölümgeçirmez” adını verdiği güçlendirilmiş arabasıyla her şeyi planlayıp tasarlayarak kızlara son hızla çarpıp ölümlerine sebep olur ve suçlanmadan serbest kalır. Aradan 1,5 sene geçtikten sonra yine aynı bölgede film çekimi için bulunan aynı zamanda dublör olan 4 kızı takip etmeye başlar. Fakat bu defaki kızlar öncekilere hiç benzememektedir.

Filmin senaryosunu, yönetmenliğini ve görüntü yönetmenliğini Tarantino üstlenmiş. Böyle olunca da her şeyiyle bir Tarantino filmi ortaya çıkmış. Filmde kendisi de kısa bir rol ile bir barmeni canlandırmış. Oyuncular birbirinden güzel 7 kız ve kendisi de kurt bir aktör olan ve Dublör Mike rolünü üstlenen Kurt Russel. Tarantino oyuncu kadrosunu seçerken Kill Bill’de Uma Thurman’ın dublörü olan Zoe Bell dışındaki kadın aktristlerle ilk kez çalışmış. Hatta 2 tanesi için birer kez deneme çekimi yapmış ve hemen ekibe dahil etmiş. Kurt Russel bu filmde sanatının tüm inceliklerini tam anlamıyla döktürmüş bence. Canlandırdığı Dublör Mike yüzünde derin bir yara izi olan ürkütücü bir tip. Kurbanlarını takip ediyor, tasarlıyor ve kaza süsü vererek işlerini ustalıkla bitiriyor. Kurban derken, öldürdüğü ilk grup DJ kızlar gerçek manada kurban olurken, 2. Grup dublör kızlar avcı oluyor ve dublör Mike bu defa kurban oluyor.

Tarantino filmi Kill Bill’de olduğu gibi 2 parçaya bölmüş. Hikayeyi biraz uzatsa Kill Bill 1 ve Kill Bill 2 gibi 2 filmde çıkabilirdi. Filmde kızlar bol bol bacaklarını sergiliyorlar. Bu dikkatimi çekmişti. İnternetteki araştırmalarımda gördüm ki; meğerse Tarantino’nun bir ayak düşkünlüğü varmış. Görüntü yönetmeni de kendisi olunca bol bol izlemek zorunda kalıyorsunuz.Filmde kızlar arasındaki konuşmalarda diyaloglar bir hayli uzun tutulmuş. Ama bu durum filmden sizi koparmıyor ve konuyu dağıtmıyor.

Bir de sık sık 70’li yılların arabalı kovalamaca sahneleri barındıran kült filmlerine atıf yapıyor. Zaten “Death Proof” dublör Mike’ın arabasının ismi olunca da bu durum kaçınılmaz oluyor. Tarantino adeta o ortamı filmine taşıyor. Zaten filmin çekildiği ortam da kırsal bir kesim ve günümüze ait çok az şey barındırıyor. Motoru güçlü eski model arabalar, toprak yollar bolca görünürken şehir ortamını filmin içine hiç taşımamış. Tarantino bir araba filmi çekmiş ama finaliyle ne araba filmi olmuş… Ben bir otomobil filmi çekersem işte böyle çekerim demeye getirmiş. Senaryo açısından bir şey dikkatimi çekti. DJ kızları öldürdükten sonra hastahanede bu olayın peşini bırakmayacağını söyleyen baba – oğul polisler filmin sonuna kadar görünmediler.

Bir de kucak dansı meselesi var. DJ kızlardan birine dublör Mike bir şiir okuyor ve kız yapmaması için diğer arkadaşları tarafından uyarıldığı halde kucak dansı yapıyor. Ama ne dans. :) Film uzun diyaloğlarından dolayı başta biraz sıkıcı gelebilir ama Aksiyon başladıktan sonra zevkle izleyip güzel vakit geçirebileceğiniz bir film olmuş. Zaten izleyicilerden de bir hayli beğeni toplamış olmalı ki 7,5 gibi yüksek bir rating almış..

18 Şubat 2009 Çarşamba

Japon Sinemasının Büyük Ustası: Akira Kurosawa


“İyi bir yönetmen, iyi bir senaryo ile başyapıtlar üretebilir; aynı senaryo ile vasat bir yönetmen, ancak sıradan bir film yapabilir. Fakat kötü bir senaryo ile çok iyi bir yönetmen bile iyi bir film yapamaz. Bir sinema özdeyişine göre, yangını ve suyu birlikte geçmelidirler. Gerçek bir film ancak böyle yapılabilir ve güç büyük ölçüde senaryodadır.”

Japon sinema sanatının en büyük ustalarından biri olan Akira Kurosawa, yaşadığı dönem itibariyle 2 büyük dünya savaşına tanıklık etmiştir. Tam da toplumsal bir değişim ve dönüşümün ortasında çocukluk ve ilk gençlik yıllarını yaşayan ve bu değişime tanıklık eden usta, Japon toplumu üzerindeki batı etkisiyle yaşanan kültür erozyonu ve kimlik bunalımının etkilerini gözlemlemiştir. Tüm bu yozlaşmalar içinde insanı insan yapan değerlerin zaman, mekân, şartlar ve kişiler değişse bile aynı kalacağını ve değişmeyeceğini en sade haliyle beyazperdeye taşımayı başarmıştır. O dönem Japon toplumunun içinde bulunduğu yenilmişlik hissi, atom bombası felaketiyle birleşince batı kapitalizmine karşı bayrak açmış ve yapımcısı ve yönetmeni olduğu filmlerde kendi tarihlerini ve değerlerini başarıyla yansıtmıştır.

1910 yılında 7 çocuklu bir ailenin en küçük bireyi olarak dünyaya gelmiştir. Çocukluk döneminde en etkilendiği kişi, bir Japon sessiz sinema anlatıcısı (benşi) olan ağabeyi idi. Bu sayede pek çok klasik oyunu izlemiştir ve bir süre resimle uğraşmıştır. Ağabeyinin intiharıyla sarsılan Kurosawa, sinema dünyasına yardımcı yönetmen olarak adım atmıştır. İlk filmi Sanjuro (Büyük judo efsanesi) filmini 1943 yılında yönetmiştir. Bu filmden sonra 1950 yılına kadar birer yıl arayla çektiği 6 filmle Japonya’nın en önemli yönetmenleri arasına girmeyi başarmıştır.
Usta’nın dünyaca tanınması ise, Venedik film festivalinde en iyi film ödülünü alan 1950 yapımı Rashomon isimli filmdir. Bir haydutun ormanda bir samurayı öldürüp, karısına tecavüz etmesi ve olayın mahkemede haydut, bir ruh çağırma seansıyla ruhu çağrılan samuray, tecavüze uğrayan kadın ve tüm bunları izleyen bir oduncu tarafından farklı farklı anlatılması, gerçeğin görece bir kavram olması üzerine getirdiği anlatım ve yorum etkileyici bir yorum olarak dikkat çekmişti. Bu filmde kullanılan yeni çekim ve anlatım teknikleri de Kurosawa’ya uluslararası düzeyde bir başarı getirdi.

Sonrasında edebiyat uyarlamaları üzerine yoğunlaşan usta, Dostoyevski’nin 3 ve Shakespeare’in 3, Gorki’nin 4 eserinden ilhamla eserlerde ana fikri oluşturan konuları kendi tarihi dokusuna ve Japon insanına adapte ederek pek çok yönetmene esin kaynağı olmuştur. Örneğin Yedi Samuray; Yedi Silahşöre, Saklı Kale; Yıldız Savaşlarına, Koruyucu ise Bir avuç dolar için filmlerine kaynaklık etmiştir. Filmlerinde konu olarak daha çok Japon tarihinin önemli bir figürü olan samurayları öne çıkararak içinde bulundukları hassas ortamda kültürel yozlaşmanın etkilerini azaltmaya çalışmıştır. İlk filmlerinde Japon hükümetinin kontrolünde çektiği filmlerde milliyetçi temalara rastlanıyordu. 2. Dünya savaşı sonrası ise aşırı baskılar ve sansür sebebiyle bir süre filmlerinin gösterimi yasaklanmıştır. Filmlerinde derin psikolojik tasvirler vardır.

Bizim ülkemizde de son zamanlarda Zeki Demirkubuz’u gerek edebiyat uyarlamalarından esinlenerek çektiği filmlerdeki sade ve akıcı anlatım, güçlü senaryo dili, derin psikolojik tasvirler sebebiyle Akira Kurosawa’ya benzetiyorum.

Sinema Üzerine Düşünceler/ Akira Kurosawa

(...) Sinemayı seviyorum, iyi filmler yapıyorum, bu da bana yetiyor. Şüphesiz yaratıcının törel sorumluluğu sorununu da göz önünde bulunduruyorum, ama pek aydınlık, pek bilinçli bir tarzda belirtmeksizin. Bu sorumluluk duygusu bende bir Japon olarak ve bir insan olarak doğuyor. Bu duygu, farkında olmaksızın, ben bilincine ermeden filmime giriveriyor. ( ... ) Bende bilinçli ve isteyerek meydana gelmiş bir bağımlılık yok. Bağımlılık bende hiç bir vakit bir karar sonucu değil. Siyaset benim için çok önemli, ama bir insan olarak, bir yurttaş olarak; yoksa sinemacı olarak değil.

Bana kalırsa, yapıtlarımda iki eğilim var. Bir gerçekçi eğilim (Norainu-Kuduz Köpek, Ikiru-Yaşamak), bir de sanatçı eğilim (Shichinin no samourai-Yedi Samuray, Kumonosu jo-Örümcek Şatosu). Yapıtımda bu iki eğilim var. Ama ikisi de ben farkından olmaksızın, kendiliğinden doğuyor. Ben kendimi gerçekçi saymıyorum. Gerçekçi olmaya çalışıyorum ya, değilim. Bir türlü gerçekçi olamıyorum, duygucuyum çünkü. Plastik sanatlara, güzelliğe çok derinden bağlı olduğumu hissediyorum. Gerçeğe soğuk bir bakışla bakamam. Bundan dolayı gerçekçi değilim zaten. Öyle sanıyorum ki, filmlerimde bazan kıyıcı sahneler bulunuyorsa, bu gerçekçilikten değil de zayıflığımdan ileri geliyor. Gerçekte yufka yürekliyim ben.
Savaş sırasında söz özgürlüğü yoktu. Savaştan sonra Japonya üzerine söylenecek öylesine şeyim vardı, öylesine "dolu"ydum ki! O vakit benim için tek anlatım aracı gerçekçilikti.

(...) (Sinemaya) film çevirmediğim vakit çok sık giderim. Sinemaya kapanır, hemen hemen her oynayan filmi seyrederim. (...) Bana en çok şey veren yönetmenler mi? Bergman, Visconti, Antonioni, Fellini, Wajda, John Ford, Richardson... ve Fransız Yeni Dalga’sı... Japonlara gelince, Ozu ile Mizoguchi’nin ölümünden beri artık kimseyi seyretmiyorum. Genç Japon sineması yabancı sinemalardan, Fransız ve İtalyan sinemasından pek etkileniyor. Bu var olan bir tehlike. Büyük bir tehlike hatta. Size eğlenceli bir örnek vereceğim. Japonya’daki aşk ilişkileri, Fransa ya da İtalya’dakilerin aynı olmaktan çok uzaktır. Oysa genç sinemacılar batı filmlerinde gördüklerini aşağılık bir şekilde kopya ediyorlar. Seyirciler de bu filmlere gerçek yaşamlarında öykünüyorlar. Oldukça gülünç bu. Teshigahara gibi bir adam bile bu yönsemeye karşı koyamadı. Ben işe başlarken çok sağlam bir Japon kültürü (sanat, edebiyat, tiyatro, özellikle nô) temeline sahiptim. Yabancı sinemadan bu Japon temeli üzerine etkilenmiştim. Bu da bana yabancı etkisini, Japon geleneklerini hiç unutmaksızm, değerlendirmemi, bana en iyi gelenini, en uygun düşenini soğurmamı sağladı. Bugünün genç yönetmenleri, doğrudan doğruya Japon olan bu kültür temelinden tamamıyle yoksundurlar. Oysa, bana göre, kişisel bir yapıt meydana getirmekte en önemli şey budur. Kendinde bu kültür temelini taşımak. Kök salmış olmak.

(...) (Filmlerde senaryodan kurguya kadar) Her şeyi kendim yaparım. Ama bana en önemli görünen, senaryonun hazırlanmasıdır. Senaryo, filmin yapısı, iskeletidir. Yapı çok sağlamsa, rahatça görüntü eklenebilir. Hiç bir vakit dağınıklığa, gevşekliğe yol açmaz bu. Ya da, daha doğrusu, iyi bir senaryo olduğu vakit, şişirme olanaksızdır. Yönetmenin bir sürü işe yaramaz görüntü kattığı olur, ama bunun nedeni, yapının daha başlangıçta sağlam olmamasıdır. Kurguya gelince, en önemlisi kesmektir; en önem verdiğiniz, sizden en çok çaba isteyen sahneleri bile kesmektir. Sahneye iyi değilse, yani bütünle uyuşmuyorsa, hiç acımadan kesmek gerekir. (...) Ham maddeleri çeviriyorum ben, bunları sonradan birleştirmem gerekir. Kurgu malzemesi çeviriyorum. Demek ki, kurgu ile çevirim birbirinden çok değişik iki şey. Bir senaryo yazmaya başladığımda, filmin yapısını düşünmem. Japonya’da genellikle, sahneleri bölüm bölüm hazırlarlar: Önce birini, sonra öbürünü çevirirler. Bense birinci sahneyi yazarım, sonra kendimi düşgücüme bırakıveririm. Sahne büyür, değişir, dönemeç alır...
Bana göre, bir film her şeyden önce görüntülerin ve sesin bireşimidir. En uyarıcı, gerçekten ürperdiğim an, sesi eklediğim andır. Şüphesiz sesi seçmeden önce, sahnenin şu ya da bu sesle meydana getireceği etkiyi tartarım, tasarlarım. Ama sesin bütün tahminlerimi aştığı, bir sahnenin etkisini iki katma çıkardığı da olur. Evet, o anda, ürperirim... Beni özellikle ilgilendiren müzik değildir; somut, gerçek seslerdir. Örneğin, çok hüzünlü bir sahneye neşeli bir şarkı eklenirse, hüzün olağanüstü bir güç kazanacaktır, ama gerçekte ben hayatın en yaygın seslerine büyük bir önem veririm. Evet, ses konusunda çok titizim.

Çeviren: Nijat ÖZÖN
Türk Dili Sinema Özel sayısı Ocak 1968 Sayı:196 s.435-437
(Cinema 66, sayı: 103, şubat 1966)

14 Şubat 2009 Cumartesi

Sinemada Shakespeare Uyarlamaları

William Shakespeare kimdir?

1564 yılında İngiltere’de Stratford’da doğmuş İngiliz oyun yazarı ve aktördür. Babası Stratford’da sulh hâkimliği ve belediye başkanlığı gibi önemli görevler üstlenmiştir. Varlıklı bir aileden gelmesine rağmen babasının işlerinin sonradan bozulmasıyla maddi sıkıntılar çekmiştir. Üniversiteye gitmeyen Shakespeare, varlıklı ailelerin çocuklarının devam ettiği bir okulda öğrenim görmüş, okulda Latince eğitim verildiğinden Roma edebiyatının klasikleriyle erken tanışmış ve o dönemdeki kültür dili olan Latincenin de etkisinde kalmıştır.

Hayatı hakkında elimizde detaylı bilgiler yoktur. Ancak kendisi hakkındaki kilise, mahkeme ve tapu kayıtları gibi resmi kayıtlardan yola çıkarak Anne Hathaway ile evlendiğini, bu evlilikten 5 çocuğunun olduğunu kızlarından birinin adının Judith, oğlunun adının da Hamlet olduğunu öğreniyoruz. Oğlunu 1596 yılında kaybetmiş ve daha sonra Londra’ya yerleşerek aktörlük ve yazarı olarak tiyatroculukla uğraşmıştır. Eline geçen paranın önemli bir kısmıyla emlak satın almış ve bu yatırımlarıyla Stratford’a oldukça varlıklı bir kişi olarak dönmüştür. 23 Nisan 1616 yılında ölmüştür.

Eserleri

Bir yaz gecesi rüyası, onikinci gece, Venedik taciri, Romeo ve Juliet, Hamlet, Kral Lear, Antonius ve Cleopatra, Othello, Titus Andronicus gibi hem İngiliz hem de dünya edebiyatında derin etkiler bırakan eserlerinden bazılarıdır. Eserleri tiyatroda ve beyazperde de değişik varyasyonları ile defalarca sahnelenmiştir. www.imdb.com* ‘dan dan edindiğimiz bilgiye göre 1899 yılından bu güne kadar 687 adet sinema filmi ve TV filmi çekilmiş.

Söz konusu filmleri çeken yönetmenlerin başında Orson Welles, Akira Kurosawa, Kenneth Branagh gibi isimler gelmektedir. Tüm dünya dillerine ve kültürlerine göre adapte edilmiş versiyonları aşağı yukarı mevcuttur. Yüzyıllar boyu eserleri ile senaristlere, yönetmenlere, oyunculara esin kaynağı olmuştur.

En başarılı bulunan bazı uyarlamalar ise şunlardır:

1. Ran(1985) - Akira Kurosawa tarafından çekilmiştir. Shakespeare’ın “Kral Lear” isimli eserinden esinlenerek, Japonya’da bir derebeyi ve 3 oğlunun hikayesi anlatılmaktadır.

2. Hamlet (1996) – Kenneth Branagh tarafından aynı adlı eserinden sinemaya uyarlanmıştır.

3. The Tragedy of Othello (1952) – Yönetmenliği ve başrolü Orson Welles tarafından yapılmıştır.

4. Much Ado About Nothing (1993) – (Kuru Gürültü) Yönetmen Kenneth Branagh tarafından romantik komedi olarak beyazperdeye aktarılan filmde, Yönetmen Kenneth Branagh, Emma Thompson, Keanu Reeves, Denzel Washington, Kate Beckinsale, Michael Keaton, Imelda Stuanton gibi pek çok tanınmış aktör rol almıştır.

5. The Merchant of Venice – Venedik Taciri (2004) Yönetmenliğini Michael Radford yapmış ve başrolünü Al Pacino, Jeremy Irons, Joseph Fiennes üstlenmiştir.

Son Not: (Söz konusu filmlerin imdb* ratingleri 7.0 ın altında değildir. :) )

*imdb: internet movie database'in kısaltması. Sinema ile ilgili en geniş içerige sahip internet sitesi. www.imdb.com

Syriana / Şöyle Ortaya Karışık Bir Petrol Savaşı İster misiniz?

SYRIANA (2005)

Yönetmenliğini Stephan Gaghan’ın üstlendiği film, anlatım tarzı olarak 2001 yılında 4 dalda Oscar ödülü kazanan "Traffic" ile benzer özelliklere sahip. Zaten anılan filmin senaryosunu da yönetmenimiz yazmış ve bu özgün anlatım tarzı ile de "en iyi senaryo" ödülünü kazanmış. Bu filmde ise Stephan Gaghan karşımıza hem senarist hem de yönetmen olarak çıkıyor. Robert Baer’in "See No Evil" isimli kitabından uyarladığı senaryo ile geçtiğimiz yıl da "En iyi yardımcı oyuncu" ödülünü filmin başrol oyuncusu George Clooney ve "en iyi senaryo" ödülünü de bu film ile Stephan Gaghan kazandı.

Syrian, ülkemizde daha çok güneydoğu bölgemizde yaşayan Süryanileri tanımlamak için kullanılan bir sözcük. Syriana ise Washington ve Amerikan bilgi kuruluşlarının Ortadoğu petrol havzasını tanımlamak için kullandıkları Mezopotamya bölgesi.

Film, birbirinden bağımsız hikâyeler halinde 5 ayrı kişiyi konu alıyor. Bu noktada kim başrol oyuncusu, kim değil anlaşılmıyor zaten. Ama filmin ilerleyişinde gayet usta bir biçimde tüm konu edilen kahramanlarımız bir araya getiriliyor. Anlatım tarzı olarak "Traffic” filminin aynısı", "Paramparça aşklar ve köpekler" filminin benzeri ve 5 sezondur devam eden "24" dizisinin de dar kapsamlısı.

Benim temel karakter olduğunu düşündüğüm CIA ajanı Bob Barnes (George Clooney) , emekliliği yaklaşmış bir ajandır. Ortadoğu’da yaşayan çok güzel Arapça ve Farsça konuşan Bob Barnes, kendisine verilen son bir görevi de kabul etmiştir. Görev, körfezde bir emirin oğlunu kaçırmak ve ortadan kaldırmaktır. Sebep ise, emirin büyük oğlunun Kazakistan’da Amerikan şirketlerini saf dışı bırakarak Çinliler ile anlaşmasıdır. Bu olay enerji piyasasında dengeleri sarsmış ve Emirin büyük oğlunu gizli servisler ve devlet gibi çalışan dev bütçeli şirketler nezdinde hedef haline getirmiştir.

Amerika’da faaliyet gösteren küçük bir şirket ise Kazak petrollerinden bir pay elde etmiş ve başka büyük bir şirket ile birleşmiştir. Bu şirket de Adalet bakanlığı tarafından gözlem altındadır. Şirket birleşmesi ile ilgili olarak incelenmektedir. Avukat Bennet Holiday (Jeffrey Wright) ise bakanlığa karşı şirketin savunmasını üstlenmiş ve açıkları önceden tespit edip önlem almak için çalışmaktadır.

Bryan Woodman (Matt Damon) ise Cenevre’de yaşayan ve Finansal danışmanlık şirketinde çalışan bir televizyon yorumcusu ve şirket ortağıdır. Ailesi ile Emirin verdiği bir davete katılan Bryan’ın oğlu bir sonucu ölür. Oğlunun ölümü sonrası Şeyhin oğlu ile görüşen Bryan şeyhin oğlunu görüşleriyle etkiler ve iş teklifi alır.

Wasim (Oğul) ile Selim Ahmed Han (Baba) ise körfez bölgesinde çalışan Pakistanlı işçilerdir. Körfez bölgesinde azalan petrol rezervleri sonrası işsiz kalmışlar ve sınır dışı edilmek durumuyla yüz yüzelerdir. İçinde bulundukları şartlar emperyalist güçlere karşı savaşan radikaller için müthiş bir fırsattır.

Ana kahramanlarımız işte bu kişiler. Senaryo birbirleriyle ilgisi yokmuş gibi görünen bu kişileri ustaca bir araya getiriyor. Her bir karakterin ailelerini tek tek ele alıyor. Hiç te sıkıcı olmayan bir biçimde, abartıya, aşırılıklara yer vermeden anlatıyor. Sinema sanatında hani bazen film izlerken "hadi canım" dersiniz ya, bu cümleyi izleyiciye hiç söyletmiyor. İğneyi de, çuvaldızı da her önüne gelene batırıyor.

İntihar bombacılarının oluşum sürecini, Arap petrollerinin paylaşımını, dünyadaki enerji için ülkeler arasında verilen mücadeleleri, filme konu olan kahramanların aileleri ile olan ilişkileri, şirketlerin var olma mücadelelerini ve entrikalarını, üstün teknolojiye sahip devletlerin ellerindeki imkânları ne şekilde kullandıklarını, hangi amaca hizmet ettiklerini "parmağım kör gözüne" şeklinde apaçık bir biçimde ortaya koyuyor.

12 Şubat 2009 Perşembe

Taegukgi / Türk filmi tadında bir Kore filmi

TAEGUKGİ: THE BROTHERHOOD OF WAR (2004)

Kore sinemasının güzel örneklerinden olan bu savaş filmi giriş kısmında "Er Ryan’ı kurtarmak" filmini anımsatıyor. 1950 yılında başlayan Kuzey ve Güney Kore arasındaki savaşın yapıldığı yerlerde kazı yapan bir araştırma ekibi, savaş alanında bulduğu bazı eşyalar vasıtası ile bay Jin Tae’ye ulaşmışlardır. Savaş sırasında kaybolan ağabeyinden bir iz olabileceği düşüncesiyle yola çıkan Jin Tae bir taraftan da geçmişe dalar.

Syrian Bride / Sınırın iki yakası, ya da bölünmüş hayatlar...

Suriyeli Gelin / The Syrian Bride (2004)

İsrailli yönetmen Eran Riklis tarafından çekilen filmin konusu İsrail tarafından işgal edilen Golan tepelerindeki Dürzî köylerinden birinde geçiyor. Köyde yaşayan Mona isimli bir genç kız, Suriye’deki akrabaları tarafından bulunan bir damat ile evlenecektir. Görücü usulü bile olmayan bir tarz ile tamamen tanıdıklar tarafından aracılık sonucu birbirlerini fotoğrafta görerek evlenmeye karar verirler. Ancak olayın acı tarafı evlendikten sonra Mona, İsrail işgalindeki Golan tepelerine bir daha geri dönemeyecek, ailesini, akrabalarını ve doğduğu toprakları tekrar göremeyecektir.

Film düğün günü sabahı başlıyor. Düğün hazırlıkları yapan kadınların telaşı, ülkesinden ayrılmış ve bir Rus kadın ile evlenmiş olan Hatem bu yüzden babası tarafından reddedilmiştir. Hatem kızkardeşinin düğününü fırsat bilerek Rus eşini ve oğlunu da alarak memleketine dönmüştür. Ancak bu yüzden Dürzi din adamları ve babası tarafından dışlanmıştır. Suriye’de ölen Hafız Esad’ın yerine oğlu iktidar olmuş ve Suriye’ye bağlı olan Dürzîlerde bağlılıklarını sergilemek için gösteri düzenlemektedirler. Mona’nın babası ise yıllarca İsrail hapishanelerinde yatmış ve siyasi olaylara karışmamak üzere şartlı olarak tahliye edilmiştir. Gösteride yer alması gerektiğini düşünen Hammad, gösteriye katılmış ve Polisin dikkatini çekmiştir. Mona’nın ablası Emel ise İsrail üniversitesi tarafından kabul edilmiş ve okula kayıt için davet edilmiştir. Emel eşi ile sorunlar yaşamaktadır. İsrail tarafındaki düğün eğlencelerinden sonra akşamüzerine doğru sınıra doğru yola çıkılır. Yine dış ticaretle uğraşan Mona’nın bir diğer erkek kardeşi de tam bir kazanovadır. Golan tepelerinde bulunduğu süre içinde Birleşmiş Milletler görevlisi ile çıkmıştır. BM görevlisi kadının da o gün görev yaptığı son gündür.

Düğün sonrası sınıra giden aileyi kötü sürprizler beklemektedir. Baba Hammad polis tarafından gözaltına alınmak istenir, yurtdışından gelen Hatem kendisini avukat olarak tanıtarak babasını polisin elinden kurtarır ve babası ile arasındaki buzlar erir. İsrail tarafında pasaporta vurulan damga Suriye tarafında geçerli kabul edilmez ve acılı bekleyiş başlar. BM görevlisi iki sınır arasında mekik dokur ve iş çözümsüzlüğe girdiği anda abla Emel devreye girer ve sorun çözülmüştür. Ancak Suriye tarafında damat henüz gelememiştir. Herkes ümitsizliğe kapılmaktadır…

Film imdb’den aldığı 8, 1 rating notunu kesinlikle hak ediyor. Hikâye ve Bölünmüş Dürzî toplumu çok güzel işlenmiş. Dürzîlerin adetleri, kültürleri ve tavırları beyazperdeye başarıyla yansıtılmış. Mona canlandırdığı karakteri başarıyla yansıtmış.

Yönetmen bir söyleşisinde filmi çekerken üç amacı olduğunu belirtmiş,

• Birincisi Dürzîleri konu alan bir film yapmak. Dürzîlerin toplumsal yaşamlarından kültürel kodlar film içerisinde çok güzel işlenmiş.

• İkincisi işgal nedeniyle yaşanan sorunlara işaret etmek. İnsanların sınırın karşı tarafındaki akrabaları ile megafonlarla bağırarak haberleşmeleri, sınır memurlarının birbirlerine hiçbir şekilde yardımcı olmamaları altı kalın çizgilerle çizili olarak vurgulanmış.

• Üçüncüsü de Dürzî kadınların yaşadığı baskıyı işlemek. Emel karakteri üzerinden irdelenmiş. Emel’in filmin sonuna doğru eşine itirazlarda bulunması ve bunun üzerine eşinin rahatsızlanması ve adeta kadınlara akıl verilmesi kurnazca kurgulanmış.

Ve böylece film her üçünde de başarılı olmuş. Sağlam bir hikâyeye sahip, günümüz modern toplumlarının pek çoğunda örneği görülen bir konuya değinen sosyal içerikli bir film ortaya çıkmış. Suriyeli Gelin geçtiğimiz yıl Montreal festivalinde en iyi film, izleyici ödülü, Fipresci ödülü ve Ekümenik ödüllerini aldı, ayrıca 2004 yılında katıldığı festivallerden birçok ödülle döndü.

Filmin özgün web sayfasına http://www.syrianbride.com/english.html adresinden ulaşabilirsiniz.

13 Tzameti / İnsan hayatı üzerine kumar oynasanız kaç para yatırırsınız?

13 / TZAMETI

Filmin Konusu Fransa’da bir sahil kasabasında ailesi ile zor şartlar altında yaşayan bir göçmen olan Sebastian, geçimini sağlamak için tadilat işleri ile uğraşmaktadır. Çatısını tamir ettiği evin sahibi uyuşturucu müptelasıdır ve polis tarafından yasadışı bir bahis olayı ile ilgili olarak takip edilmektedir. Tamirat sırasında kulak misafiri olduğu kadarıyla ev sahibi gelen bir zarfı beklemektedir ve bu zarf ona büyük para kazandıracaktır. Ev sahibi olan kişi aşırı dozdan ölünce Sebastian işsiz kaldığı gibi ücretini de alamamıştır. Bu arada zarfta açık olan pencereden uçmuş ve Sebastian’ın malzemelerinin bulunduğu bir yere düşmüştür. Sebastian zarfı alır ve zarfın içinden bir tren bileti ve bir otel davetiyesi olduğunu görür. Bunun üzerine zarftan çıkan biletle ve davetiye ile nereye varacağını bilmediği bir yolculuğa çıkar.
Editörün Yorumu
Filmimizin adı 13 Tzameti. Gürcüce bir kelime ve 13 rakamının gürcüce yazılmış şekli. Yönetmeniz babası (Temur Babliani) da kendi gibi bir yönetmen olan Gela Babluani. Yönetmenin ilk uzun metraj çalışması olan filmin aynı zamanda senaryo yazarı. Başrolde ise Sebastian rolünde kardeşi George Babluani oynuyor. 16 mm ve siyah – beyaz olarak çekilen filmde Kara Film (Film Noir) şablonuna uyan bir hava var.

Filmin başlamasıyla gerek müziğin verdiği ve gerekse Fransa’daki göçmenlerin yaşam şartlarını yansıtan görüntülerde can sıkan bir karamsarlık havası var. Bununla beraber başroldeki Sebastian’ın canlandırdığı karakter ise; mücadeleci, içinde bulunduğu durumdan bir çıkış yolu bulabilmek için hamle yapan ve sessiz, sakin görünümünün altında gizlenen temiz bir kişilik. Bu karakter filmin sonuna kadar son derece tutarlı bir şekilde beyazperdeye aktarılmış.

Yönetmen hikâyeyi son derece dengeli bir biçimde filmin başından sonuna kadar gerilim dozunu sürekli artırarak anlatmaya devam ediyor. Merak unsuru sürekli artmasına rağmen Babluani, hiç acele etmiyor. Ve gerilim insan hayatı üzerine kumar oynanan rulet sahnelerinde tavana vuruyor.

Çekilen her tetik merak ve gerilimi tavana vurduruyor. Zaten bu ustalığı sebebiyle de hem yönetmen hem de film katıldığı hemen hemen tüm festivallerde ödüller kazanmış.

Bu arada Hollywood’un da dikkatini çekmiş tabii. Brad Pitt’in yapım firması filmin dünya haklarını şimdiden almış durumda. Konu sıkıntısı çeken Hollywood yakında Köstebek (The Departed) filminde olduğu gibi kendi anlatım diline uygun bir kopyasını çıkartırsa ve önümüzdeki senenin Oscar’ına aday olursa şaşırmayın.

Filmde aslında verilmek istenen, zengin aristokratların biraz heyecan ve para kazanma uğruna insan hayatını hiçe sayarak katıldıkları yasadışı bir kumar organizasyonu. Bu zengin insanların bir önceki toplantıda İstanbul’da toplandıkları da film içinde geçiyor.

Bu kısmı izlediğimde, aklıma şöyle bir soru geldi; - Acaba bizim ülkemizde insanların geçim sıkıntısı had safhada olduğundan hayatını hiçe sayarak para kazanma uğruna böyle bir organizasyona katılacak yarışmacı bulmak zor olmayacağımı vurgulanmak istemiş olabilir veya hali hazırda bizim zenginlerimizin de karıştığı bu organizasyonlar ülkemizde de yapılmakta mıdır? Bu sorunun cevabı ile ilgili bir bilgiye henüz sahip değilim.

İnsan yaşamı, para ve kumar ilişkisinin çok başarılı bir anlatımla ve gerilim dozu hiç düşürülmeden verildiğini düşünüyorum. Bu yönüyle filmi çok başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Zaten imdb puanı da 7.3 olduğuna göre bu konuda söyleyecek fazla bir şey yok.

İyi bir hikâye, çok fazla görsel detay verilmeden, ünlü oyuncular olmadan tamamen hikâyeye odaklanarak ancak bu kadar güzel anlatılabilir.

Sinemaseverlerin kaçırmaması gereken bir film.