7 Mart 2009 Cumartesi

Ostrov / İnancın sorgulandığı "Ada"


2006 yılında Rus yönetmen “Pavel Lungin” tarafından çekilmiş, Sundance Film Festivalinde “Büyük Jüri Ödülü” ve Rus sinemasının ana milli ödüllerinin dağıtıldığı “Nika Film Festivali”nde en iyi film de dahil tüm ödülleri silip süpürmüş bir filmle karşı karşıyayız. Aslında 26. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde de gösterime girmiş ama nedense fazla dikkat çekmemiş. Sinema tekniği açısından bizim “Nuri Bilge Ceylan” filmlerine benzeyen bir dram filmi. Nuri Bilge Ceylan filmlerini bilirsiniz. Her bir sahne fotoğraf karesini andıran bir görüntü yönetmenliği, sizi adeta yakından tanıdığınız birinin hikayesini anlatan bir hikaye akışı ve sahnenin içinden fırlayan bir gerçeklik duygusuyla kuşatılmışlık hissi ve oyuncuların abartıdan uzak doğal halleri. Filmin daha en başında bu tablo içinde sanki bir Rus romanı okuyormuş hissine kapıldım.

İkinci Dünya Savaşı sırasında esir düştüğü Almanlar tarafından kendi komutanını öldürmeye zorlanan ve bu vicdan azabı içerisinde sığındığı manastırda kendisini Tanrıya affettirmeye çalışan bir keşişin hikayesi anlatılıyor. Aradan geçen yıllar ruhunda açılan yarayı tedavi etmek bir yana günbegün daha da derinleştirmektedir. Sürekli yaptığı günahları bağışlaması için Tanrıya yalvarmaktadır ve bu ruh hali içinde etrafındaki diğer rahiplerle irtibatını kesmiş ve kendince bir azizlik (bizdeki dervişlik) yolu tutturmuştur. Günahlarından duyduğu pişmanlık ve Tanrıya samimi yönelişi de kendisinin farkında olmadığı bir mertebeye taşımıştır. Onun bu hali diğer papazların ve insanlarında dikkatini çekmiş, ünü dertlerine derman arayan insanlar arasında hızla yayılmıştır.

Kendisine gelen insanlara kendi yöntemleriyle yardımcı olurken tedavilerinin sonucunda insanların Tanrıya yönelmesinin dışında bir ücret istememektedir. Diğer papazlarla alay etmekte, kendilerine verdikleri ruhani payelerin gerçek bir imandan kaynaklanmadığını, inançlarının tam ve kamil olmadığını yarı deli yarı akıllı işi planlarla onlara anlatmaktadır.

Aslında film her ne kadar Hristiyan-Ortodoks unsurlar barındırsa da bir inanç ve iman muhasebesi unsurlarını barındırıyor. Dini inançların şekil ve görüntü olarak şartlarının yerine getirilmesine rağmen asıl olanın yüreklerin içinde saklı olan samimiyet ve Tanrıya bağlılık olduğu vurgulanıyor. Filmi izlerken İslam kültüründe de bulunan tasavvuf ekollerine, tarikatlara bağlı bir dervişin nefsiyle ve şeytanla mücadelesi, samimiyetinin ve inancının çeşitli testlerden geçiriliyor muşçasına mücadelesinin anlatıldığı benzerlikler dikkatimi çekti.

Filmin çekildiği ortam, insanın kendisini meşgul edecek çok az şey bulabileceği, tabiatla, soğukla karşı karşıya kalabileceği bir ortam oluşturulmuş. Bu da filmdeki tüm dikkatin oyunculara ve filmin mesajına teksif edilmesine yardım etmiş.

Ben filmi çok başarılı buldum. Amerikan sinemasının “bu işi biz biliriz, biz yaparız” gibi ben merkezli filmlerinden sıkılanlar için iyi bir alternatif olabileceğini düşünüyorum. Tavsiye ederim, bulabilirseniz izleyiniz.

5 Mart 2009 Perşembe

Yeşilçam Ödülleri 2009

Belli bir sinema geçmişi olan hemen her ülkenin, bir ‘yıl dökümü’ yapması âdettendir. Bunun en çok bilineni Amerika’daki Oscar ödülleri. İngiltere’de BAFTA, Fransa’da Cesar, İspanya’da Goya hatta Japonya’da Kinema Junpo bu minvalde verilen ödüller. Bu sayede ülke sinemasının ‘yıl sonu değerlendirmesi’, sektörün kendisiyle yüzleşmesi belli ölçüde de olsa sağlanmış olur.

İyi filmlerin hakkı teslim edilir, yapımcılar cesaretlendirilir, oyuncular onurlandırılır, nihayet sinema emekçileri daha güzele doğru teşvik edilir. Neredeyse bir asra yaklaşan tarihine rağmen Türk sinemasının bu çerçevede bir ödül müessesesine kavuşması ancak geçtiğimiz yıl gerçekleşti. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteği ve Turkcell’in ana sponsorluğunda Beyoğlu Belediyesi ile Türkiye Sinema ve Audiovisuel Kültür Vakfı’nın (TÜRSAK) ortaklaşa düzenlediği Yeşilçam Ödülleri’nin ikincisi, önceki akşam Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda sahiplerini buldu.

Sinema dünyasından dünü, bugünü ve yarınını temsil eden çok sayıda ismin yanı sıra Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, İstanbul Valisi Muammer Güler, Turkcell CEO’su Süreyya Ciliv de törene katılan davetlilerdendi. İlk etapta sektör içinden 600 kişinin katıldığı bir değerlendirmeyle 2008′de gösterime girmiş filmler arasından adaylar belirlendi. Sonra iş, sanat, kültür ve medya dünyasından bin 500 isim tarafından ikinci eleme yapıldı.

Festivallerdeki dar kapsamlı jürilerin ‘eğilim’inden bağımsız olarak Türkiye’nin en geniş katılımlı değerlendirmesiyle belirlenen ödüllerde ‘ortak akıl’ öne çıktı. 11 dalda verilen ödüllerden sekizine aday olan ‘Üç Maymun’ en iyi film, yönetmen ve senaryo dâhil, altı ödül alarak geceye damgasını vurdu. Sekiz adaylığı olan bir başka film ‘Sonbahar’ ise iki ödülde kaldı. ‘Issız Adam’ iki, ‘O… Çocukları’ da bir dalda ödüle layık görüldü. Dokuz dalda aday olarak herkesi şaşırtan ‘Devrim Arabaları’ ise geceden ödülsüz ayrıldı. Beş dalda aday olan A.R.O.G ve dört adaylıkla Gitmek, Devrim Arabaları’yla aynı safta yer alan filmlerdi. SMS oylarının da etkili olduğu Turkcell İlk Film Ödülü’nü Sonbahar filmiyle Özcan Alper kazandı.

Yeşilçam Ödülleri

En İyi Film: Üç Maymun (Zeynep Özbatur)

En İyi Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan (Üç Maymun)

En İyi Kadın Oyuncu: Hatice Aslan (Üç Maymun)

En İyi Erkek Oyuncu: Onur Saylak (Sonbahar)

En İyi Senaryo: Nuri Bilge Ceylan, Ebru Ceylan, Ercan Kesal (Üç Maymun)

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Yıldız Kültür (Issız Adam)

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Altan Erkekli (O… Çocukları)

En İyi Müzik: Aria/Cenk Erdoğan, Cengiz Onural, Bora Ebeoğlu (Issız Adam)

En İyi Görüntü Yönetmeni: Gökhan Tiryaki (Üç Maymun)

Digitürk Genç Yetenek Ödülü: Ahmet Rıfat Şungar (Üç Maymun)

Turkcell İlk Film Ödülü: Sonbahar

Kaynak: Zaman Gazetesi

3 Mart 2009 Salı

BenX


Adını Flamanca’da “Ben bir HİÇim” manasına bir deyimden alıyormuş. Hiçlik, hiçbir şey olmak nasıl tanımlanabilir ki? Bunu izleyicilere nasıl tarif edebilir, bu duyguyu kendileri yaşıyormuşçasına nasıl hissettirebilirsiniz ki? Etrafınızda çevrenizde gördünüz mü böyle birini? Ya da bu tip bir insan dikkatinizi çekti mi? Son derece etkileyici bir film ortaya çıkarmış hem hikâyenin yazarı, hem de yönetmeni olan Nic Balthazar. Sinema diliyle toplumsal bir olguya, vakıaya hatta tam da yaşanan bir şeye dikkat çekmiş.

Hikâyenin kahramanı olan Ben (Greg Timmermans), okulunda ve derslerinde gayet başarılı, ancak otistik rahatsızlığı sebebiyle asosyal bir kişiliktir. Başkalarıyla iletişim kurabildiği tek ortam “World of Warcraft veya Knight Online” tarzı bir oyun olan “Archlord” ‘dur. Ailesiyle, öğretmenleriyle ilişkilerinde oldukça uysaldır. Gündelik hayatta bocalamamak için elinde video kamerası ile diğer insanların birbirlerine olan davranışlarını kopyalamakta ve taklit etmeye çalışmaktadır. Kopyalayamadığı veya daha önce karşılaşmadığı sorunların çözümlerini ise hayatının bir parçası olan “Archlord” isimli oyundaki senaryolar üzerinden çözebileceğini hayal etmektedir. Ben, kendine yarı gerçek, yarı sanal bir dünya kurmuştur. Ama arkadaşları onun içinde bulunduğu rahatsızlığı anlamaktan ve Ben’in hayatını kolaylaştırmaktan uzaktır. Bilakis onu alaya almakta ve itip kakmaktadırlar. Adeta Ben’in hayatındaki tek dostu oyundan arkadaşı olan ‘Scarlite’ (Laura Verlinden). Aynı zamanda Ben’in en büyük destekçisi ve şifacısıdır.

Bu tarz psikolojik sorunları olan insanların hikayesini anlatan, ‘Forrest Gump’, ‘I am Sam – Benim adım Sam’ ve Oscar ödüllü ‘A Beautiful Mind – Akıl Oyunları’ ile kıyaslandığında daha gerçekçi bir hikaye ile karşı karşıya kaldığımızı görüyoruz. Forest Gump’ta zekâ yaşı düşük birinin verdiği mücadele anlatılmaktadır. I am Sam’de ise yine çok etkileyici bir hikâye ile karşı karşıyayız, ancak öncelikle vurgulanan zekâ seviyesi düşük bir baba ile kızı arasındaki aile bağları. A Beautiful Mind ise biraz daha fazla BenX ile benzerlikler taşıyor. Nobel ödüllü Matematik profesörü John Forbes Nash’in hayatını anlatan filmde şizofreni ile olan mücadelesi ve kendini yönlendiren hayali dostlarıyla yaşamayı öğrenmesi anlatılıyor. Ben X’de sonunda en büyük destekçisi ve aynı zamanda şifacısı olan ‘Scarlite’ ın gerçek mi? Yoksa hayal mi? Sorusunun cevabını izleyiciye bırakıyor.

Filmin başında çıkan bir cümleye göre gerçek hayatta yaşanan bir olaydan sinemaya uyarlanmış. Filmin yönetmeni, Belçika’nın Gent şehrinde, liseli bir gencin Gravensteen sarayından atlayarak intihar etmesini konu alan bir gazete haberinden yola çıkarak çocuğun ailesi ile görüşmüş ve kalıcı bir şeyler yapmak için önce romanını yazmış ve sonra da filmi çekmiş. Aynı zamanda yönetmenin kendi romanından uyarladığı ilk filmi. Geçtiğimiz yıl İstanbul Film Festivali’nde FIBRESCI ödülünü almış. Montreal Film Festivali’nde de ‘Grand Prix’ ödülünü kazanmış.

1 Mart 2009 Pazar

Tristan + Isolde

Tarihi boyunca sürekli işgaller ve iç çekişmelerle uğraşmak zorunda kalmış İngiltere, Romalıların hâkimiyeti sona erdikten sonra iç birliğini sağlayamamıştır. O dönemde Roma işgaline uğramamış İrlandalılar, İngiltere’ye saldırmaktadır. Bir saldırı sırasında anne ve babasını kaybeden Tristan, bir lord olan amcasına emanet edilir. Amcası tarafından bir savaşçı olarak yetiştirilen Tristan, İrlandalıların saldırılarına bir karşı saldırı ile cevap verir. Zehirli bir kılıç darbesiyle yaralanan Tristan o zamanki adet üzerine öldü sanılarak bir sandal ile denize salınır. Sandal İrlanda’da karaya vurur. İsolde tarafından bulunarak tedavi edilen Tristan tekrar ülkesine döner ancak aklı İsolde’de kalmıştır. Bir yarışma da büyük ödül olarak Isolde vaad edilince Tristan yarışmaya katılır ve yarışmayı kazanır. Ancak Isolde ile evlenmesi mümkün değildir.

Konusunu kısaca özetlediğim film, imkânsız bir aşk hikâyesini anlatıyor. Yazılı olarak ilk kez 1210 yılında derlenen Kelt kökenli İngiliz destanı senaryoya esin kaynağı olmuş. Hatta filmin afişinde “Romeo ve Juliet yokken biz vardık” gibi daha eski bir metin olduğuna vurgu yapılmış. Destan Avrupa halkları tarafından çok sevilmiş, benimsenmiş ve diğer kültürlere de kahramanlarının isimleri ve olayın hikâye edilişi değiştirilerek kendisine yer bulmuştur.
Filmin yönetmeni Kevin Reynolds, daha önce de “Monte Cristo Kontu” ve “Robin Hood: Hırsızlar Kralı” filmlerinde bu tarz tarihi konular işlemiş. Filmin başrollerini “Spiderman” serisinden tanıdığımız James Franco ve “Underworld” projelerinde yer almış Sophia Myles paylaşıyor. Lord rolünde ise İngiliz Aktör Rufus Sewell’i görüyoruz. Film İngiltere ve İrlanda’da olayların geçtiği atmosfere uygun mekânlarda çekilmiş. Kostüm ve oyunculuk ile hikâyenin filme aktarılmasını da gayet başarılı bulduğumu söyleyebilirim.

Gelelim işin yorum kısmına. Filmde âşık iki insanın çok sevmelerine rağmen birbirlerine kavuşamamaları işleniyor. Konu temel olarak geçmişte çok görülen kız alıp verme suretiyle kurulan akrabalık ile düşman toplumların arasındaki buzları eritme siyaseti üzerine kurulmuş. Tristan ve Isolde her kadar birbirlerini çok sevseler de bu sebepten evlenemiyorlar. Çünkü Isolde lider ile evlenmek zorundadır. Gizlice buluşmayı sürdüren sevgililerin bu durumu bir süre sonra Lord tarafından da öğrenilecektir. Bu açmaz içerisinde sevgililer ya birbirlerinden ya da toplumlarından vazgeçecekler. Tristan toplumunu seçerek bu aşk hikâyesinde o dönemde ki parçalanmış İngiltere’ye birlik mesajı vermektedir. Belki de aynı mesajı kendi toplumlarına verme ihtiyacı sebebiyle diğer milletler tarafından hikâye bu kadar tutuldu ve benimsendi. Öyle ya, insan sevdiğinden vazgeçebiliyorsa, uğruna vazgeçtiği şey daha yücedir.

Bir başka çıkarım da şu olabilir; “insan sevdiğini kim olursa olsun paylaşamaz.” Yani sevgi paylaşılmaz, bölünmez. Bir bütündür. Eğer bölünmüşse, parçalanmışsa, başka birileri ortak olmuşsa bu kabul edilebilir, tahammül edilebilir bir şey değildir. Bu duyguyu kontrol edebilmekte mümkün değildir. Tristan ve Isolde’de bu halet-i ruhiye içerisindeler. Ama bir araya gelebilme imkânları da söz konusu değil. İçinde bulundukları zor durum oyuncular tarafından çok güzel canlandırılmış. Bilhassa Tristan’ı oynayan James Franco’yu çok başarılı buldum. Tristan karakterinin her halini başarıyla canlandırmış.

Güzel bir filmdi vesselam…